Zaman Kapanı - Bilimkurgu Öyküsü

image.png

Pencerenin yanında oturmuş dışarıda yağan yağmuru seyrediyordum. Rüzgâr yolun karşısındaki ağaçların dallarını eğilip büküyor, cama vuran damlalar birleşip ince su sütunları halinde aşağıya doğru süzülüyordu.

Ufukta, bir ucu denize kadar inen çatallı bir şimşek çaktı ve zaman durdu. Akşamdan itibaren ağır ağır demlenerek içtiğim şarap yüzünden kafam dumanlıydı, dolayısıyla gördüğümün bir hayal olduğunu düşündüm. Ufukta çakan şimşek karşımda bütün ihtişamıyla duruyordu. Şimşeğin beyaz ışığının aydınlattığı yağmur damlaları havada öylece asılı kalmıştı.

Bu tuhaf görüntü karşısında nedense paniğe kapılmadım. Böyle bir anı daha önce de yaşamış gibiydim. Gerçi zihnim olup biteni anlamlandırmak için derhal harekete geçmiş ve kalbim hızla çarpmaya başlamıştı, ancak yüreğimin bir köşesinde dünyanın çok geçmeden eski haline döneceğine dair bir umut vardı.

Dünyanın alışık olduğum düzende işlemesine dair beklentim saniyeler ilerledikçe zayıfladı. Kolumu hunharca çimdiklediğim için canım yanmış ve çimdiklediğim yer morarmıştı. Böyle şeyler sadece filmlerde ve rüyalarda olurdu, ama ben rüya görmediğimden o kadar emindim ki.

Etrafı kolaçan etmek üzere oturduğum sandalyeden kalkınca gözüm televizyonun ekranına ilişti; ekranın üst köşesindeki saat 02:04’ü gösteriyordu. Durumu açıklayan bir habere erişmek umuduyla uydu alıcısının açma düğmesine bastım. Bu girişim ne uydu alıcısında ne de televizyonun ekranında herhangi bir değişikliğe yol açmadı. Son yıllarda bedenimin doğal bir uzantısı haline gelmiş olan cep telefonumu elime aldım. Telefon şarjı dolu olduğu halde açılmadı. İşte o anda büyük bir panik dalgasıyla sarsıldım. Kendimi evin dışına atmak için salonun kapısına doğru ilerledim, ancak ne yazık ki kapıdan geçemedim; açık olan kapının yerine görünmez bir minder konulmuş gibiydi. Salonun saydam sınırından sekmekle kalmayıp bir de yere düşmüştüm.

Düştüğüm yerden yavaşça kalkıp arkamı döndüm ve televizyonun karşısındaki kanepede 10-11 yaşlarında bir erkek çocuğunun uyumakta olduğunu gördüm. Dışarıdaki donuk manzarada da herhangi bir değişiklik olmamıştı.
Çocuğa yaklaşarak üzerine eğildim. Evimin salonunda bulunması dünyanın en normal şeyiymiş gibi huzur içinde uyuyordu. Çocuğun görüntüsünde beni rahatsız eden fazladan bir şey vardı. Çocuğun yüzüne yeniden baktım ve rahatsızlığımın kaynağını anladım: Kanepede yatan çocuk benim o çağlardaki halime benziyordu. Hatta içimden bir ses o çocuğun ben olduğumu söyledi. Çocuğu uyandırıp neler olduğunu sormayı düşündüm, ancak bunun doğru bir davranış olacağından emin değildim. Yanımdaki yüksek arkalıklı koltuğa oturup olanları düşünmeye başladım:
Dicle’nin doğum günü partisinde bolca şarap içtikten sonra akşamın geç saatlerinde eve gelmiştim. Eve girdiğim sırada dışarıda yağmur yağmaya başlamıştı. Ufukta çakan bir şimşeğin ardından zaman durmuş ve o andan itibaren elektronik aletler çalışmaz olmuştu. Zaman durmuş olsa da ben hareket edebiliyordum. Görünmez bir duvar salondan dışarı çıkmamı engellemişti ve karşımdaki kanepede 10-11 yaşlarında bir erkek çocuğu yatıyordu. Başımı kaldırıp televizyonun saatine baktım. Ekrandaki 02:04 yazısının değişmemiş olmasına şaşırmadım çünkü salonun köşesindeki ayaklı lambadan yayılan ışınlar bile donmuş durumdaydı. İçine hapsolduğum bu mikro evrende hareket edebilen iki varlık vardı: Ben ve çocukluk halim.

Ne yapacağımı bilmez bir halde arkama yaslandım ve gözlerimin önünde bu sefer orta yaşlı bir adam belirmeye başladı. Bedeni bir yerlerden ışınlanıyormuşçasına aşamalı olarak oluşmuştu. Sıkıntıyla kalkıp gerçek olup olmadığını anlamak için adamı ittim.

“Burada ne işim var, sen kimsin?” diye sordu adam. Kendi sorusuna “Benim yirmili yaşlardaki halime benziyorsun” biçiminde yanıt verdi.

Acaba ölmüş müydüm, birileri tarafından sınava mı çekiliyordum, bu oyunu bana kim oynuyordu? Bunu kim tezgahlamışsa insanüstü güçlere sahip olduğu kesindi, ancak beni bu türden numaralarla sindiremeyeceğini bilmesi gerekirdi.

“Asıl siz kimsin, kanepede yatan çocuk kim?” diye sordum.

“Kanepedeki çocuk da bizden. Biri bize oyun oynuyor galiba. Adın Mehmet, değil mi?” diye cevap verdi.

Hâlâ sarhoştum, yorgundum ve olanlara anlam veremiyordum. Daha önce hiçbir insana kısmet olmayan geçmişteki ve gelecekteki halleriyle buluşma fırsatı gelip beni mi bulmuştu yani? İçkiyi fazla kaçırdığım için salonda sızıp rüya görmeye başlamış olabilirdim. Adama “Şu anda emin olduğum tek şey ismimin Mehmet olduğu” diye cevap verdim.

Adam salonun çevresinde tur atarken “Yağmur damlaları havada asılı kalmış. Burası senin evin. O zaman bu meselenin seninle ilgili olduğunu varsayabiliriz. Bu evi hatırlıyorum. Bu yaşlarda yaptıklarımı da. Böyle bir kumpasın içine düşmeni gerektiren ne yapmış olabilirsin?” dedi.

Ona az önce “siz” diye seslenmiş olmam tuhaftı, daha da garip olan böylesi bir durumda bu türden şeyleri kafama takmamdı. “Ben 25 yaşındayım, ya sen?” diye sordum.

“49 yaşındayım. Seni hesaplama yapma zahmetinden kurtarayım: 2040 yılından geldim. Yalnız bu durum benim geldiğim yıllar için bile normal değil. Yaşadığım çağda bu manzarayı açıklayabilecek bir teknoloji yok.”

“Birilerinin beni kandırmaya çalıştığından eminim. Hatta içimden bir ses senin de bu işin içinde olduğunu söylüyor.”

“Bence birileri beni buraya sana yardımcı olmam için gönderdi, ama kim ve hangi konuda? Senin yaşında alınan kararlar insanın bütün hayatını etkiliyor. Küçümsemek için söylemiyorum ama insan 25 yaşında dünyayı ne kadar tanıyabilir ki?”

“49 yaşındakilerin de genellikle içi geçmiş olur, çoğu sıkıcı tiplerdir” diye cevap verdim.

“Bugünlerde hayatında önemli değişikliklere yol açabilecek bir karar aldın mı?” diye sordu 49 yaşındaki halim.

“Öyle bir şey yok, hem bizim hayatımızı kim takar ki? Ne Tanrı, ne devlet, ne de şirketler. En iyisi şu çocuğu uyandıralım. Belki bir şey biliyordur.”

Çocuk kendisini uyandıranın annesi olduğunu sandı. Ona gelecekteki Mehmetler olduğumuzu ve kendisiyle konuşmak istediğimizi söyleyince de bize arkasını dönüp uyumaya devam etti. Gördüğünün rüya olduğunu sandı herhalde.
Onu sarsıp uyandırmasını bilirdim ama karşımda bir başka Mehmet daha belirince mecburen yeni konuğumla ilgilenmek durumunda kaldım.

“Hoş geldiniz, diğer Mehmet’ler olarak biz de tam sizi konuşuyorduk, nerede kaldı, başına bir şey mi geldi diye merak etmiştik” dedim.

Karşımdaki ihtiyar Mehmet ve 49 yaşındaki diğer Mehmet söylediklerimden bir şey anlamamışlardı. Yaş ilerleyince insanların kinayeli sözleri anlama yetenekleri azalıyordu demek ki.

İhtiyar Mehmet “Hülya içeriden benim hapımı getirsene, hayal görmeye başladım” diye bağırdı.

“Rüya değil bu sayın Dördüncü Mehmet. Mehmetlerin en büyüğü ve bilgesi. Ne hayal ne rüya ne de simülasyon. Zamanınızda zaman makinesi icat edilmiş olabilir mi?”

“Hülya, gelsene salona, bak misafirlerimiz var. Zaman makinesini filmlerde çok gördüm. Gençliğimde severdim ama şimdi kafam kaldırmıyor. Yaş 83 oldu, kolay değil. Gençliğiniz değerini bilin” dedi ihtiyar.

“Belli ki bu iş uzayacak. Cep bilgisayarım çalışmıyor. Acaba çıkıp derdimizi birilerine anlatsak mı?” dedi 49 yaşındaki Mehmet.

“İşte olgunluk böyle bir şey. Sorunları şak diye çözebiliyorsun. Ben bunu ben nasıl düşünemedim?” diye cevap verdim.
Kalkıp salonun kapısına yöneldi, kapıdaki görünmez duvara çarpıp yere düştüğünde yüzünde oluşan ifade çok komikti.

49 yaşındaki Üçüncü Mehmet düştüğü yerden bana bakarak “Daha önce denemiştin, değil mi?” dedi.

“30 yaşından sonra zekâ gerilemeye başlıyormuş.”

Üçüncü Mehmet ayağa kalkarken “Madem o kadar zekisin, çöz bakalım bu muammayı” dedi.

“Ben sıradan bir adamım. Kimin tavuğuna kışt demiş olabilirim ki? Yaşadıklarımı biliyorsun. Zekân gerilemiş olsa da hayat tecrüben daha fazla. Hem post-modern zamanlarda benden daha fazla vakit geçirdin. Belli ki birileri zamana hükmedebilmeye başlamış. Sizi getirip buraya hapsettiler. Böyle bir şeyi yapmaya güçleri yetiyorsa şu anda bizi dinliyor olmaları da kuvvetle muhtemeldir. Şakanızı açıklayın artık; sıkıldım ben bu işten” dedim.

“Bunun nasıl olabildiğini bilseydik sizden ayrılmak için hiç de acele etmezdim” dedi Üçüncü Mehmet. Ardından Dördüncü Mehmet’e dönüp “Gebze Kültür Sarayı mimari proje yarışmasını kazanabilmiş miydik?” diye sordu.
İhtiyar Dördüncü Mehmet zaman yolculuğu sırasında yorgun düşmüştü galiba, oturduğu koltukta başını arkaya yaslamış, ağzı açık bir halde uyuyordu.

“Ben İkinci Mehmet. Mehmet’lerin en akıllısı ve en sarhoş olanı. Muhafızlar size emrediyorum. Zamana söyleyin, derhal akmaya başlasın. Benim Mehmetliğim bana yetiyor, bu evde başka bir Mehmet istemiyorum. Üşüdüm ben, hep üşüdüm. Babam kral da üşümüştü. Onun babası kral da. Biz ailecek hep üşürüz.”

“Kafayı üşütmedin, değil mi?” diye sordu Üçüncü Mehmet. “Bu işi düzeltmek ikimize düşüyor çünkü, diğerlerinden hayır yok.” diye de ekledi.

“Son zamanlarda iyi değildim. Dicle’den ayrılmak istiyorum, ama bunu ona nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum. Böyle bir niyetim varken hiçbir şey yokmuş gibi davranmak beni yordu. Onunla birlikteyken gayet de mutluyum. Ondan neden ayrılmak istediğimi bile bilmiyorum. Ve birdenbire dışarıda zaman durdu. Ve evime bir sürü Mehmet doluştu.”
Dördüncü Mehmet kenarları kırış kırış olmuş gözlerini açtı ve “Hülya, bırak o bulaşıkları, gel biraz muhabbet edelim” dedi. Yaşlı gözlerinde umutlu pırıltılarla bir süre Hülya’yı bekledi. Hülya’nın gelmeyeceğine emin olduktan sonra gözlerini kapayıp yeniden uykuya daldı.

Üçüncü Mehmet’e dönüp “Hülya’yı tanıyor musun?” diye sordum.

“Ölmüş olan eşi herhalde. Çağrılarına karşılık vermemesini yadırgamıyor. Bir yaştan sonra demek ki Hülya adında bir kadınla tanışacağım. Ve 80’li yaşlarda Alzheimer illetine yakalanacağım. Mehmet olmak kolay değil. Bütün Mehmetlerin burada toplanmasının bir hikmeti olması gerekir. Dünyanın bütün Mehmet’leri birleşin!”

“Burada açlıktan ölebiliriz ama sen hâlâ işin gırgırındasın. Hadi ben gencim ve sarhoşluğum geçmedi. Kerli ferli adamsın, bari sen yapma bunu Üçüncü Mehmet.”

“Hayatımdan Dicle diye birinin geçtiğini unutmuşum. Şimdi düşünüyorum da mükemmel bir insandı. Ve birlikte geçirdiğimiz sekiz ayda çok mutluydum. Ondan neden ayrılmak istiyorsun?”

“Dicle’den ayrılmamam gerektiğini ima ettiğine göre gelecekte matah bir hayatım olmayacak. Buradan kurtulabilirsek tabii. Belki sen ben değilsindir. Çünkü insan kendisiyle başka bir zamanda karşılaşırsa paradoks olur. Gerekirse ayrılmam yani Dicle’den. Eğer burada hapsolmamızın sebebi oysa. Dicle, kurbanın olayım, bizi azlet artık, dersimizi aldık çoktan” dedim, yerimden kalkıp çocuk Mehmet’i uyandırdım ve kaç yaşında olduğunu sordum.

Gözleri fal taşı gibi açılmış bir halde bizlere bakarak “11” dedi. Anlaşılan nihayet gerçekten uyanmış ve gördüklerine elbette bir anlam verememişti.

Üçüncü Mehmet babacan bir tavırla “Endişe edecek bir durum yok. 25 yaşına geldiğinde bu evde yaşayacaksın. Bizler de senin gelecekte dönüşeceğin insanlarız” dedi.

“Böyle bir şey nasıl olabiliyor?” diye sordu Birinci Mehmet.

“İşte biz de onu anlamaya çalışıyoruz. Sana bir problem soracağım: 11, 25, 49, 83 serisini izleyen sayı kaçtır?”

Çocuk Mehmet yüzüme nereden çattık bu belaya der gibi baktı, uyku sersemliğini üzerinden atamamıştı.

“Sorunun yanıtı 127. Demek ki yaş ilerledikçe zekâ pek de gerilemiyormuş,” dedi Üçüncü Mehmet.

“Dünya üzerinde 127 yaşına kadar yaşayabilmiş biri yok. Dolayısıyla bu odaya daha ihtiyar bir Mehmet gelmeyeceğini varsayabiliriz,” dedim.

“Yanılıyorsun delikanlı” dedi Beşinci Mehmet. Şık dış iskeleti ve gözündeki afili gözlüklerle kendisinden emin bir görüntüsü vardı. Gerçi yüzünde Dördüncü Mehmet’in yaşlılık lekeleri aynen korunmuştu ama yaşına göre gayet dinç ve neşeli görünüyordu.

“Ulu Mehmet. Bilgelerin bilgesi 127 yıllık çınar. Zahmet olmazsa başımıza ne geldiğini açıklayabilir misin?” diye sordum.

Beşinci Mehmet koltukta ağzı açık bir halde uyuklayan Dördüncü Mehmet’e bakarak “Alzheimer’ın çaresi bulundu ve yaşlanmayı yavaşlatan serumların kalitesi arttı” dedi. 127 yaşında hâlâ hayatta olduğu için gururluydu. “Geçen sene Dicle’yle yeniden bir araya geldik. Bizi buraya o gönderdi” diye de ekledi.

Dicle’nin ismini söylerken gözlerinin kıvançla parlaması dikkatimden kaçmadı. Kadın milletinden korkulurdu. Demek ki 102 sene sonra benimle yeniden bir araya gelmiş ve geçmişimi de değiştirmek istemişti. Bütün Mehmet’lere hükmetmek, tümünü ele geçirmek istiyordu.

“Kimse benden böylesi bir zorbalığa boyun eğmemi beklemesin. Dinde zorlama yoktur” dedim.

“Fıstık gibi kız. Belli ki seni de seviyor. Gel vazgeç bu ayrılık sevdasından” dedi Birinci Mehmet.

“Aklının ermediği işlere burnunu sokma sen.” dedim sinirlenerek. Hayat benim hayatımdı ama ilgili ilgisiz herkes hakkında fikir yürütüyordu. O yaşantıya eşlik etme imkânı olmayan Birinci Mehmet bile.

“Ben sevgiden anlarım” dedi Birinci Mehmet.

“Bulunmaz Hint kumaşı olmadığımızı herhalde sen de biliyorsundur. Dicle mükemmel olmayabilir ama sonraki ilişkilerim hiç yürümedi. Mehmet olmanın doğasından kaynaklanan güçlüklerimiz var” dedi Üçüncü Mehmet.

“İkinci bir bunalımıma kadar ayrılık meselesini rafa kaldırıyorum. Dağılabilirsiniz arkadaşlar” dedim.

Mehmet’ler odamdan geldikleri sırayla ayrıldılar ve dışarıda yağmur damlaları yeniden hareketlendi. Zamanın durduğu anda gökyüzünde asılı kalmış olan şimşeğin görüntüsü silindi.

Banyoya gidip yüzümü yıkadım, dönüp yatak odama girdim ve üzerimi değiştirmeden yatağa uzandım. İçimde işlerin iyi gideceğine dair bir his vardı.

Görsel Kaynağı: https://pixabay.com/photos/lightning-thunder-lightning-storm-1056419

H2
H3
H4
3 columns
2 columns
1 column
2 Comments
Ecency