Doksanlı yılların sonunu gösteriyordu takvimler. İnsanlar daha insandı sanki o zamanlar. Bilemem belki de bana öyle geliyordur.
Hayalleri bile olmayan, mal gibi bir çocuktum; soğan kafalı, ter bezleri fazla çalışan, sümükleri akan, maymun iştahlı bi çocuk. Ya çocukluğumdan beridir süregelen annemin aşırı korumacılığından ya da kendi yeteneksizliğimden olsa gerek, hiç bir spor dalında mahalle arkadaşlarımla aynı seviyede olamıyordum. Buna yurdum mahallelerinde başı çeken, gayrıresmi milli sporumuz futbol da dahil.
Mahalledekilerin hiçbiri birer Messi değildi tabii, hatta aralarında Sabri'nin uzak akrabası olabilecek yeteneğe sahip olanları bile vardı. Ama ben beterin beteriydim. Mahalleler arası maçlarda, kaleye bile sokmazlardı beni. Bırakın ofsayt'ı orta hakem bile olmayan mahalle maçında ayak altında dolaşmayayım diye beni yan hakem yapıyorlardı. Ben ise kendimi çok büyük bir sorumluluk üstlenmiş sayıyor, bi o kaleye bi bu kaleye doğru yan yan koşuyordum yengeç gibi.
Sonra bir gün altın tepside fırsat sunuldu önüme. Kaleci sakatlanmıştı! Eriğe dalarken kolu kırılmıştı ve kaleye ben geçecektim. "O gün hiç olmadığım kadar emindim kendimden ve gelen hiç bir şutu içeri almadım, bir Petr Che kesilmiştim adeta" demeyi o kadar çok isterdim ki, ama olmadı. Kaleye doğru gelen her topu armut gibi aldım içeri. Kovadan da kova, kazmadan da kazmaydım. Bazı şutları çirkeflik yapıp "direküstü olum direküstü" diye saydırmadıysam da yediğim gollerin yanında saydırmadığım goller, doğuşun yanında saksısı kadar küçük kalıyordu.
Sonra bir şut geldi, oldukça sert. Sanki tsubasa'nın ayağından dönedöne gelmiş gibi ciğerimi deldi de geçti böğrüme patlayan top. Topa vuran tsubasa olur da ben aşağı kalır mıyım? Ben de Wakabayashi idim o saatten sonra. Böğrümde patlayan topa abandım tüm gücümle. Şans odur ki karşı takımın kalecisi de top taa bizim kalede diye bakmıyormuş bu tarafa doğru, yandaki seksek oynayan kızlara pislik yapıyormuş. Öyle bir abanmıştım ki topa, karşı kalenin ağları olsa delermişti. Ağ mağ yoktu tabi. Ağı gerecek bir direk bile yoktu ki ortalıkta. Bacak boyuyla aralarındaki mesafe belirlenmiş bir çift pirketten oluşuyordu kale.
Tam da her zaman bana nasip olmayan bir ego tatminini, gol atmanın haklı sevincini yaşarken bir ses geldi birkaç metre öteden. "Kaleden kaleye gol yok oluum"...
Yıkıldım.
Oyunun kuralları ben sevinç yaşamayayım diye değiştirilmişti adeta. Oysa dünya çapında bir oyunun kuralları öyle hemen nasıl değiştirilebilirdi ki. Bunun uefa'sı var fifa'sı var. Ayıp.
Ben de aşağı kalmadım ama. Golümü saydıracaktım. Ant içtim. Tam birşeyler düşünürken, değişen oyun kurallarında bir fare deliği ararken dilimden dökülüverdi sihirli sözcükler.
"Kaleci Oyuncuyum!"
İdam mahkumunu ipten alan bir avukat gibi sevinmiştim. Hakkımı korumuş, kanunun açıklarını kullanarak da olsa hak ettiğimi almıştım. Ta ki İddia makamı savunmasını sunana kadar.
"Onu başlarken diycektin lan!"
Saymadılar golümü.
Yıkıldım...